Ziyâ Paşa: TÜRKİSTAN’IN GERİ KALMA NEDENLERİ

Ziyâ Paşa

IV

TÜRKİSTAN’IN

ESBÂB-I TEDENNİSİ*

Bir insanın sıhhat ve selâmeti akla mevkuf olduğu gibi bir heyet-i milliyenin devam ve saâdeti dahi ilme menûttur. Nitekim aklı mertebe-i kâfiyede olmayan insan bin türlü muhâtarâta uğ­rayacağından rahat yaşayamaz. Kezâlik, ilm ile mütehallî olma­yan bir kavim cemiyet-i medeniye içinde müsterihan muammer olamaz. Bir zamanlar Osmanlı nâmı cihânı titretirken şimdi emr bir aks oldu. Zîrâ Avrupa devletlerinin kuvve-i harbiye ve mâliyeleri ve idâre-i mülkiyeleri muntazam ve bizim hâlimiz her yüzden şâyân-ı esef ve elemdir. Ve zahirdir ki, onların ilerleme­sine sebep müstakil ilm ü mağrifet ve bizim geri kalmamıza ba’is, cehl ü gaflettir.

Tedbir-i devâ için marazın teşhisi lâzım olduğundan bu illet-i inhitat bize ne zamandan beri ârz oldu ve niçin tedavisine himmet olunmadı ve el-yevm Türkistan’ın ilmi neden ibarettir? Buralarını mevzu’ bahs etmek iktizâ eder.

Sultan Osman Gâzi’den Fatih Sultan Mehmed’in cülûsuna kadar irâde-i cereyân eden zamanın ekserî tevsi’i mülk meşâgiline mürûr ettiğinden ilm ve maârifçe büyük âsâr bırakmamış­tır. Lâkin Endülüs ve Irak ve İran’da bulunan düvel-i İslâmiye o vakitler ekseriyet üzere inkıraz hâlinde bulundukları cihetle birçok erbâb-ı hüner henüz hilâl gibi terakki-i ikbâl hâlinde bu­lunan ru’yet-i adâlet-i Osmaniye’nin sayesine iltica eyledikle­rinden vatanımızın toprakları düşman kanıyla sulanıp dururken her canibe necm ü mağrifet ekilirdi. Vaktâ ki, İstanbul’un fet­hiyle taht-ı Saltanat-ı Osmaniye merkez-i istikrârını buldu. Bu feth-i âlişân memâlik-i Şarkiyede terakkiyât-ı maârif tarihinin bidâyeti oldu. Her devletin müddet-i ömründe bir asr-ı maârif sayıldığı gibi Devlet-i Aliye’nin asr-ı maârifi dahi tarih-i mez­kûrdan i’tibar ile yüz-yüzelli sene kadar sürüp ba’de inhitâta meyi etmiştir.

Bazı müellifler, Devlet-i Aliye’nin esbâb-ı tedennisini taharri sırasında Sultan Süleyman’ın mevki’i icrâya getirdiği kânun-ı idâreyi vesâil-i inhitâttan addederler. Lâkin Bünyân-ı ulûmu te’ sis ve teşyîd maksadıyla tarik-i ilmi merâtib-i medârise rabt eden Sultan Süleyman’dır. Avrupa ile ihtilât-ı muâmelât ve fü­tuhat ve gazevât-ı cedîde üzerine (verede emru’s-sultanî) mes­nediyle tevsi-i mesâil-i şer’iye eden Sultan Süleyman’dır. Bun­ca esfarda bizzat ihtiyar-ı meşakkat eden ve en sonra alîl ve hasta ve pîr-i fâni olduğu hâlde Zigetvar önünde can veren Sultan Süleyman’dır. Asrında bulunan ulemâyı mazhar-ı enva’i eltâf eden ve hattâ Ebussuud’un tefsirini alâ-yu vâlâ ile Saray-ı Hümâyun’a getirip bizzat kapıdan istikbal ve ta’zim eyleyen Sultan Süleyman’dır. Mülkün ekseri şehr ve kasabâtında cami ve medrese ve imâret ve köprü ve mektep gibi milletin husûl-i saâdetine müteallik bunca ebniye ve âsâra muvaffak olan Sul­tan Süleyman’dır. Bunlara ve bunlar gibi âsâr-ı tarihiyeye na­zar -ı insaf ile bakıldığı hâlde Sultan Süleyman’ın harekâtında birçok muzırr şeyler olmağla beraber medeniyet ve mağrifetçe pek büyük hizmetleri dahi sabit olur. Hususiyle kendinden son­ra teâsis ettiği usûl sûiistimal olunmuş ise, ondan kendisi mes’ul olamaz. Zîrâ ebediyyet ancak zât-ı ehâdiyyetin şâmdır. El­hasıl Sultan Süleyman devleti hâl-i vukûfa getirdi. İnhitâtına ondan sonra gelenler sebep oldu.

Bizde ulûm-ı diniye ve siyasiyenin mesnedi olan Kur’an-ı Kerim ve Ehâdis-i Nebeviye lisân-ı Arab üzere vârid olduğu için o lisan, lisan-ı mağrifet hükmüne girerek cemi’ kütüb-i şer’ iye ve ekser-i fünûn-i akliye dahi lisân-ı Arab üzere yazıldı. Ve benâberin her devlet-i İslâmiye’de lisân-ı Arab’ın neşr ü -revâcı fevkalâ[de]ye iltizam olunarak, ulûm-ı şer’iyenin esbâb-ı tahsi­lini teshile sarf-ı mesâ’i edildi. Ancak Acem için nikât-ı Kur’an ve ehâdisi istinbat kolay olmakla bu maksadı teshîl ve tehvîn için Sarf ve Nahv ve Mantık ve Meânive Lügat gibi birtakım ulûm-u aliyye (alet/araç ilimler) vaz’ına hacet görüldü. Ve nice kitablar te’lif edildi. Bu esas ve bu maksat bin tarihlerine gelin­ceye kadar unutulmuş olduğundan ol zamanların tahsili yalnız ulûm-ı aliyyeye münhasır olmayıp hattâ ulûm-ı aliyye, ma’lumât-ı âdiyeden ma’dûd olmağla Fıkıh ve Tefsir ve Tarih ve Ke­lam ve Rîyâziyât fenlerinde kesb-i maharet edenlere âlim deni­lir ve bir medresenin müderrisliği veya bir memleketin hükü- met-i şer’iyesi mahlûl olsa nice ehl-i istihkâk birden talep gös­terip bi’l-imtihan en ehliyetlisine tevcih olunurdu. Ol tarihler­den sonra devletin ihtilâlât-ı dâhiliye ve meşâgil-i hâriciyesi bu esasa bihakkın riayete meydan vermeyip müderrislikler hatır veya kişizâdelik için verilmeye ve bu cihetle erbâb-ı istihkâk geri kalıp fütûr götürmekle ehliyetliler yetişmemeye başladı ve bu hâl ma’at-tenezzül şu asra kadar devam etti.

El-yevm İstanbul’da ve taşralarda tekmîl-i nesh-i ulûm et­miş nice erbâb-ı kemâl vardır ki henüz rü’ûsa mâlik olmayıp fakr u zarurette inlerler. Ve nice ulemâ ve kibarzâdeler ve elif bilmez câhiller vardır ki, kimi kibâr-ı müderrisinden, kimi eş- raf-ı ‘kuzâttan ve belki mevâlî ve daha büyük rütbelerde müteayyiş ve müstefîd olurlar. Mademki âlim mûcib-i refah ve şeref değildir, niçin halk rağbet ve tahsil için senelerce ihtiyar-ı zah­met etsin? Bundan dolayıdır ki ikiyüz seneden beri bizde ulemâ-yı şer’i tederrütte ve bundandır ki mehâkim-i şer’iye tees­süf olunacak hâlette ve bir sebepte budur ki, devletimiz dahi zayıf ve tenzildedir.

Gelelim şu ulûm-ı âliyyenin sûret-i tahsiliyle semerâtına:

Bizde bir çocuk beş-altı yaşında mahalle mektebine verilir. Elif bâdan başlar. Birkaç aydan sonra önüne ebced çıkar ki ne ol­duğunu ne hoca efendi bilir ve ne kimse anlar. (Eğer ebced bahsine merak olunursa elif-bâşerhine mürâcaât olunsun) Bun­dan sonra sübhânın, tahiyyat, salavât, duâ, kunut, amentû oku­tulur. Vaki’an, bunların namaz için lüzumu olmağla bir çocuğa cümleden evvel ta’lim-i lâzımeden ise de çocuğun büluğuyla, namaza başlamasına daha sekiz dokuz sene müddet olduğu hâlde bunları ezberlemekle iştigal eder. Hâlbuki bunlar Arabî olmağla me’al ve mefhumundan kat’â telezzüz etmez. Zîrâ sinn-i sabâvet daima oyuncaktan ve henüz mertebe-i kemâle gelmeyen kuvve-i idrâkiyenin haz ve kabul edeceği şeylerden mahzûz olur. Ba’de Kelâm-ı Kadime başlar onun hatmi için se­nelerce uğraşır ve hatim ise bi’d-defaat tekrar eder. Eğer hıfza çalıştırılırsa birkaç senede öyle geçer. Nihayet çocuk, hafız olur. Vakı’an bu çocuk tarik-i ilmiye ve imâmet ve hitâbet gibi hide- mât-ı şer’iyeye sevk edilecekse bu yol pek münasiptir. Lâkin ta- rik-i sâirede bulunduğu hâlde az müddet içinde hıfz için verdi­ği emekler zail ve hafız olmayanlar derecesine mütenezzil olur.

Çocuk bu şeyleri mahalle mektebinde tahsil edinceye kadar onüç-ondört yaşlarına gelip ol vakit akrabası ilim tahsiline sevk ederler. Ve eline bir Sarf cümlesi verilerek cami derslerinden birine oturturlar. ‘Nasara’ ‘yensuru’dan başlar, Bina’ya çıkıp otuz beş bâbı sayar. Maksudda Tlallara’ bulaşır “immâ tera- yinne”mn tercüme-i hâli bitmek tükenmek bilmediğinden onda bütün bütün zihni dolaşır, her ne ise İlm-i Sarföyie bir karan­lıkla geçer.

Avamile, çıkıp, ‘amil’, ‘ma’mul’, ‘iğrab’ gibi Sarfta görme­diği birtakım şeylere tesadüfle hayran kalır. Nihayet İzhar ve Kafiye’de Sarf tan Maksuda gelmenin sûr-i tasrîfiyesi ve Na­hivden murad ibârenin sûret-i terkibiyesi olduğunu güç[lük]le hisseder. Bundan sonra İsagocı veya Istiâre risalesine sarılır. Onda ise ‘mâzi’ ve ‘muzâri’, ‘mübteda-haber’ gibi şeyler olma­dığından ‘kazâya’ ve ‘netâyic’ ve ‘isti’ârât’ ve ‘kinâyât’ ile uğra­şır. Nihayet Mutavvel önüne çıkar. Orada da ‘bed’i’ ve ‘beyan’ zihnini perişan eder. Eğer bu aralıkta ikindi derslerinde Halebî ve Kudurt gibi fıkıhtan biraz şey okursa, artık kimsenin abdest ve namazını beğenmeyecek bir gurura düşer ve arada tatil ders­lerinde bir de Kadı-mîr görüp, ‘cüz’ü layetecezzâ’ ve ‘heyûlâ’ bahsine dalarsa İbn-i Sina’yı kendine şâkirdân etmeye tenezzül. etmez. Velhasıl cevâmî’i şerîfenin birinde tertîb olunan cemi­yette izin alır, kendisi dahi rahle başına geçip, gördüğü yolda neşr-i ulûm eder. Bunların içinde hakikaten ilm ve amel ile muttasıf bulunan zevât-ı maârif-simât burada bahsolunan takımdan müstesnadır.

Bu misillû zî ulûmda bulunanlara El-Cevâib gibi bir Arabî gazete verilse lügate mürâcaat ile iki saat mütalâa etmeyince meal istihrâç edemezler. İlm-i fıkıhtan bir mesele sorulsa ce­vaptan aciz kalıp, bizim fıkıhla tevkilimiz yoktur derler. Akâid üzerine bir bahse girişilse eline siper-i taassub alıp her sözde hasmı tekfir ile iskâta çabalarlar.

Kur’an-ı Kerim’den bir âyetin mânâsı sorulsa Kadı Beyzâvî’ye mürâcaat yolunu gösterirler. Politikadan söz açılsa dünya­da İngiltere ve Amerika ve Japonya ve Fas gibi ekâlim ve me- mâlik olduğunu hayretle istima’ ederler. Ahbabdan birine Türkçe bir mektup yazmak iktizâ etse şuna buna yalvarırlar. Şimdi bu misillûlere hoca efendi, Devlet-i Aliye sizin ilm ü kemâlinizi takdir ile zâtınıza bir memuriyet teklif edecek, siz muhayyersi­niz, hangi işte sizin ma’lûmâtımz müfîd ise onu ihtiyar ediniz, denilse acaba ne cevap verirler? Kâimmekân (kaymakam) ve mutasarrıf ve vali gibi umûr-i mülkiyeden birini intihab etse, oralara lâzım olan Türkçe yazmak, okumak devlet muahedâtını bilmek umûr-ı mâliyeden oldukça haberdar olmak ve hizmet ettiği devletin hâl ü mevki’ine vâkıf bulunmak ve bir meclis-i muhâkemede bulundukça kavânin-i mevcûde üzere fasl-ı dâ’va etmek ve düvel-i ecnebiye memurlarıyla politikaya dair sohbete girişmek gibi şeylerin hiçbirisiyle iştigal etmemiştir. Hükümet-i şer’iye istese fenn-i fıkh ile tevkili yoktur. Asker zabitliği ise hiç uymaz. Nihayet yine cami-i şerifte bildiği yolda ders okutmak­tan gayrı devlet ve ümmetin hayrına yarar bir iş bulamaz.

Ya bu zatların şunca seneler emek ve ömr sarf ettikleri böyle bir semere için midir? Bu ömre, bu emeklere yazık değil mi? Bu devlete, bu millete, bu mülke acınmaz mı? Nazar-ı gıpta ile görülüyor ki, şâir devletlerde usûl-i tahsiliye böyle olmuyor. Bir çocuk mektebe girip, elif-bâ’yı söker sökmez hem yazı oku­makta meleke bulmak ve hem de ileride göreceği ulûmun mukaddemâtma ilm-i icmâlî hâsıl etmek için, meselâ coğrafya ve hikmet-i tabiîye ve tarih gibi ilimlerin kolay meselelerini dahi öğreniyorlar. Hattâ uzak gitmeye ne hacet, İstanbul’da Ermeni ve Rum mekteplerindeki çocuklardan ikisi ile bizim mektepler­deki çocuklardan ikisi hem-sinn olarak meydân-ı imtihana çe­kilsin o zaman fark zahir olur. Onların içinde on yaşında çocuk az bulunur ki, kendi lisanında yazı bilmesin ve gazete okuma­sın. Bizimkilerin içinde on beş yaşında çocuk pek nâdir bulu­nur ki, Türkçe iki satır bir tezkire yazabilsin ve yahut Takvim-i Vekâyi okusun.

Bundan daha kolay bir tecrübe var. Anadolu ve Rumeli’nin hangi şehrine gidilirse iş için kâtip aransın, millet-i İslâmiye’nin yüzde ikisi yazı bilir çıkmaz; millet-i sâirenin yüz­de yirmisi okuryazar bulunur. Bundan zahir olur ki, dünyaca lâzım olan ulûmda hemşehrilerimiz bizden ileri gitmişler ve ticaret ve san’atı yani esbâb-ı refah ve serveti onlar almışlardır. Fransa ve İngiltere ve Almanya ve İtalya ve Amerika’da ticaretle meşgul ahâlî-i sâkineden bir Müslüman görülmüyor. Lâkin Er­meni ve Rum milletlerinden çoğuna tesadüf olunuyor ve bun­dan dolayıdır ki memâlik-i şarkiyeden hangisine gidilse milleti İslâmiye mahallesi harâbe yüz tutmuş ve milel-i şâire mahallâtı kesb-i ma’muriyet etmiş görülüyor.

Şimdi böyle kalıp batalım mı yoksa her millet ne yolda ileri gidiyorsa biz de işimizi uydurup yürüyelim mi? Bu âna kadar tuttuğumuz yol, bizi şu bulunduğumuz mertebeye indirdi. Bundan böyle daha indireceğine başka delil ister mi?

İstanbul’dan verdikleri haberlere göre, fazilet-i ilmiye ve kesret-i talebe ile mâruf iki müderris Ayasofya Camii’nde fenn-i siyâse­tin bazı mebâhisine ta’lik-i efkâr ederken sevk-i kelam iktizâsınca birisi ıstılah ile ifâde-i merama mecbur olarak erbâb-ı hü­kümetin bazılarına “zaleme” ta’bir eder.

Meğer o civarda “velâ tecessesü” [tecessüs etmeyiniz, kusur ve ayıpları araştırmayınız! “Hucurat,12”] fermanına muhâlefetle namus-ı insaniyetini birkaç yüz kuruş maaşa değişen casus­lardan biri bulunur. Herif “bu adamlar hükümet aleyhine söz söylüyor” diye bağırmaya başlar. Avânesinden yanında birkaç kişi peydâ olur. Hoca efendileri tutarlar, medreselerine girmeye ruhsat vermeksizin zaptiyeye indirirler.

Ma’lumdur ki, Devlet-i Osmaniye’nin en ziyade sûret-i ıt­lakta icrâ-yı hükümet eden padişahlarından biri ve belki de bi­rincisi Selim-i Evvel idi.

Çünkü bir taraftan Osmanlılarm ulviyette had-ı i’tidâli tecâ­vüz etmesi ve bir taraftan da Şi’iyyetin Devlet-i Osmaniye ve onunla beraber millet-i Hanifîyeyi mahv edecek sûrette galebesi cihetiyle vücûd-ı insâniyete ba’isi iftihar olan öyle bir sahib-i Kur’an mehâlik-i vakı’anın ref’ini hükm ü vâhidin nüfûz-ı kat’ iyesine mevkûf görmüştü.

Bu yolda pederini hâll’etti. Biraderlerini, biraderzâdelerini, yarânını, canânını ağlayarak matemler ederek idam eyledi.

Hal böyle iken Şah İsmail-i Safevî’yi her taraftan âciz bı­rakmak için ilân ettiği ticaret-i İrâniye memnûiyetini birkaç kişi ihlâl ettiler. Padişah onlara mücazaât etmek istedi. Zamanında makâm-ı Meşihâtine ziynet veren Zenbilli merhum geldi. Atının dizginine sarıldı. “Sen o adamlara ceza edersen zalim olursun. Allah zâlimlere lânet eder” dedi. Padişah ise hem o tüccarı cezadan halâs etti hem müfti-yi âlişanın kadrine riayete kendine Rumeli ve Anadolu kazaskerliğini teklif eyledi. İlim ki hakikat­tir, onun erbâbına böyle riayet olunur.

Şimdi ise güya devletimiz mütemeddin ve ahâlîmiz hür ola­cak. Mübâhese-i ilmiye için iki bîgünahı hapse indiriyorlar.

“Bebin tefavüt-e rah ez kocast ta bekoca  (Yollar arasındaki farkı gör, nereden nereye kadar )”[1]

Böyle şeyleri teskîn-i efkâr için yapılırsa ne büyük hatadır. Vaktiyle Fransızlar hâl-i mazlûmiyette iken hukuk-ı beşeriyeyi beyân eden hukemânın görmediği belâlar kalmadı. Ve kitapla­rının ekserîsi siyaset meydanlarında ihrak edildi. Ama bu şid­detlerin neticesi dünyada misli görülmemiş bir dehşetli ihtilâli mucib oldu. Tevârih-i âlemden bîhaber isek bari Naima’ya ba­kalım. Onda görürüz ki Sultan Murad-ı Râbi’ tütün içmemek için binlerce adam öldürdü. Yine ahâlîde tütün için öldürülmüş adamın başı ucundaki meş’aleden çubuğunu yakan bulunurdu. İnsan böyledir. Lezâizinden geçmez. Memnû’iyet hâlinde ise hürriyet-i tâbiyesi cihetiyle inhimâki artar. Her adam hiç ol­mazsa hiss-i vicdâniyle olsun kendinin a’zâ-yı devletten oldu­ğunu bilir. Onun için idârece beyân-ı re’y etmek ister. Husu­siyle âlim olur ve hakkını ilme’l-yakîn bilirse hiç susmak iste­mez. Bunlara şiddet gösterme[k], hukukuna bir de mazlumiyetten tahlîs-i nefs arzusunu ilâve eder.

Sultan Ahmed Meydanı’nda şecer-i vakvak nâmını alan ma’hud çınarın bir kere sergüzeşti düşünülsün.

Bir galeyân-ı umûmî, değil erbâb-ı hükümeti belki bütün bütün devleti mahvedeceği hatırdan çıkarılmasın. Allah için adâletle teskîn-i efkâra bakılsın. Herkese hakkı verilsin. Yoksa bu şiddetler, bu hiddetler bize Rusya’nın ve Yunan’ın tedâbirinden bin kat muzırdır.
[1] Yollar arasındaki farkı gör, nereden nereye kadar [E.N.].

KAYNAK: [Ziya Paşa], “Türkistan’ın Esbâb-ı Tedennisi”, Hürriyet, No: 5, 7 Rebiülahîr 1285 / 27 Temmuz 1868.